Nemrut Dağı…
Adıyaman ilinin ismini belki de en çok bu yer şekli sayesinde işitirsiniz. Gidenler bilir hırçın dağlar vardır bölgede ve kayalıkların sarp oluşu bu hırçın görüntüyü beslemekte pek cömerttir. Nemrut dağı ise bölgenin en yüksek noktasıdır. O tepeyi uzaktan izlemek ve her bir kaya kıvrımının hayal gücünün yardımıyla zihnimde farklı şekiller yaratmasına izin vermek farklı hisler uyandırdı içimde.
Geçtiğimiz Haziran ayında gitmeye niyet ettim Nemrut’a. Madem o kadar meth ediliyordu gidip görmeliydim. Yol üzerinde bir yerde güneş tam tepedeyken bir molaya karar verdim. Karavana; karpuz, peynir, ekmek. Yaz günü üzerine tanımam bu menünün.
Yer minderinde uzanıp afiyetle mideye indirirken bu lezzetli trioyu kırık dökük bir dürbün ilişti gözüme.
Birkaç dakika önce gördüğüm kartalı daha yakından görebilmek için harika bir fırsattı bu. Ufak birkaç ayardan sonra işe yarar hale geldi dürbün ve seyri kartal başladı. En sonunda yuvası sandığım bir kovuğa konduğunu gördüm. Daha sonra dağı incelemeye başladım ve daracık bir yol gördüm, mekanın sahibine sorduğumda dağa giden yol o dur abi dedi. Zorlu bir yol ve de virajlı ve de dik ve hatta dar ve tehlikeli.
Karpuzun verdiği serinlik ve enerjiyle vaktin yola revan olmak için iyi bir vakit olduğu fikri oluştu kafamda. Yol görüntüsüne sadık kaldı ve yukarda saydığım her türlü sıfatını bir bir cömertçe gösterdi bana. Uzatmaya gerek yok, yol bitti vardım zirvenin eşiğine. Vardım varmasına eşiğe ama binmedim tam zirveye çıkmak için köylünün eşeğine.
Keza istediği parayı verseydim köylüye, iki eşek çıkacaktık zirveye.
Dik merdivenleri tırmandıktan sonra işte zirve karşımda. Bakındım sağıma soluma, uzaklarda Atatürk Barajının gölü hayal meyal görünüyordu, diğer yanda ise uçsuz bucaksız Mezopotamya toprakları uzanıyordu.
Zirvede kocaman bir Tümülüs var ve rivayette odur ki bu tümülüsün içinde zamanın Komagene kralının mezarı ve hazinesi yer almakta. Varsın hazine olmasın, ama var olduğu söylentisi kimi etkenler izin vermeye başladığı süreden bu yana dünyanın dört bir yanından insanı bu dağa çekmeye yetmekte.
Bundan 2000 yıl önce o imkânlar içerisinde benim araba ile zorlanarak çıktığım yere o kralın hükmü o kadar koca heykeli, öylesine koca bir tümülüsü ve en sonunda da kendi cansız bedenini o dağın tepesine çıkartmaya ve/veya yaptırmaya yetmiş.
İnanıyorum ki kral öldüğü zaman naaşını sırtlayıp çıkaran cenaze ekibi, ulvi bir görev yapmanın verdiği bir gururla bu sorumluluklarını yerine getirmişlerdir.
Zirvede iki nehrin arasına doğru esen rüzgarın kulağıma fısıldamaya başladığı bin bir gece masallarına dalmadan önce aklıma bir soru takıldı.
Sordum kendi kendime; Acaba 2000 yıl önce o kralın hükümranlığını mı sürmeyi mi yoksa günümüz tarihinde, var olduğu söylenen hazineye sahip vasat bir insan mı olmayı tercih ederdim.
Varın siz de kendinize sorun bu soruyu…
Benim cevabım, sanırım sorulan soruyu göz önüne alınca az çok tahmin edilebilir olsa gerek.