Gidilen yol dünyaya hükmetmiş bir yarım adada son bulacak bir yol. Gidilen her metre onlarca sene geriye, bir imparatorluğun merkezine gidilmekte.
Önce inersin mavilerden, kaptana “Kolay gelsin”, dersin, pek oralı olmaz kendileri.
Adımını atarsın kaldırımına Kadıköyünün ara sokaklarından birinin. Bir anda büyük bir hengame, durdurulamaz bir insan akını ve kalabalık. Hepsi bir yere yetişmeye çalışıyor gibi ama aralarında en dikkat çekenler lise üniforması içerisinde olan gençler. Herkesten daha rahat gibi görünseler de başkası olmaya çalıştıkları için belki de en gergin olanlar onlar.
Kaldırımlar kırık dökük, ilerlersin, yürürsün bankaların önünde sıralara girmiş insanları geçersin. Duymuşsundur kulağının dibinde pazarlamanın en temelinde yer alan işportacıları. Belki çok kısa bir şekilde göz atarsın, ama durmazsın. Sıra karşıya geçmekte, yolculuğa bir adım daha yaklaşmakta şimdi. Kimi vardır, sabırsızdır, kırmızının yeşile dönmesini beklemez, atar kendini caddeye. O an beklersin yaya ışığındaki kırmızı abinin tutmasını ensesinden o serserinin “nereye gidiyorsun”, dermişçesine. Üstteki sönüp alttaki yanınca sende kalabalıkla birlikte atarsın adımını caddeye, geçerken ilk caddeyi diğer ışığa bakarsın acaba onu da aradan çıkarabilir miyim diye?
Sonra bir bakarsın o serseri ile aynı şeyi yapıyorsun ve aynı anda duyarsın çingenlerin sesini, bakarsın renklerine çiçeklerin, gelir burnuna yapay kokuları… Bir çingene senin üç duyuna hitap eder o anda. Hallerine bakarsın bir de neşelerine… Kızarsın kendine… Bir bakarsın, etrafındaki insanlar adımlarını hızlandırırlar. Vapur öttürür borusunu, öksürür bacasından dumanını, ağır ağır harekete başlar… Koşmak gereksizdir, yetişemeyeceğini bilirsin ama üzülmezsin, önce rıhtımdan karşı kıyıya bakıp yüzlerce yıl geriye gideceğin yolun detaylarını kazımalısındır hafızana.
Dayanamazsın kokuya, alırsın bir balık ekmek -bol limonlu-. Hem yersin hem ezberlersin. Kulağına sesi gelir konservatuar öğrencilerinin çalışmalarının. Bu seslere karışır ilk aşkının, sarı lacivert renklerin, marşı. İçinde bir heyecan oluşur, başkentindesindir cumhuriyetinin.
Balık ekmek biter, bitmeez.. Balık biter, ekmek bitmez… Ekmekte martıların göz hakkıdır, fırlatırsın havaya… İzin vermez düşmesine suya…
Nefret ettiğin hayvandır martı zamanında ama Çırağan’ın bahçesinde gecenin bir yarısı içerken kırmızı şarabını, hatırlatmıştır sana hayatına yol çizen adamı. O günden sonra daha yakın hissedersin kendini kanat açıklığına hayran kaldığın hayvana.
An gelir vapur yanaşır iskeleye, atar kendini insanlar karaya sanki denizden korkarmışçasına…
Beklersin kapıların açılmasını ve sanki bir zaman makinesine binermiş gibi binersin vapura. Ne de olsa yolun sonu bir imparatorluk mabedi. Adımını atarsın merdivene vapurda üst katlara çıkmak için, vazgeçersin. Dönüp halat mahallinde kalmaya karar verirsin.
Vapur ayrılır kıyıdan, yavaş yavaş hızlanır, hedefi bellidir boğazın gelininin. Sen, ellerin cebinde rüzgarı hissedersin yüzünde dururken halat mahallinde. Gözlerin yaşarır, etrafındaki insanlar hissettirmeden sana bakarlar ağlıyor musun diye… Ama sen sanki bir komutan edasıyla, mağrur bir şekilde gözlerin sabit saray burnuna bakmaktasındır.
Her dalgayı yarması vapurun seni yıllarca geriye götürür, belki de bekleyenin vardır baktığın yerde. Vapur gider, gider, gider.. Yanaşır Eminönü iskelesine, inersin vapurdan…
Nerede imparatorluk diye bakarsın etrafına… Ama yine balık ekmek kokusu gelir burnuna…
Bu sefer döner karşı kıyısına bakarsın altın boynuzun… Orada bekler seni Cenevizler… Gitmelisindir o kuleye çıkmalısındır tepesine ve Hazerfenin gözleriyle görmelisindir YediTepe’li şehri.
Her baktığın yer sana ayrı bir yolculuk, ayrı bir serüven vaat eder. Ama yıllar öncesindedir yaşaman gerekenler. Sonra içinden geçirirsin, keşke Topkapı’da bir duvar taşı olsaydım da şahit olsaydım tüm geçmişine İstanbul’un.
bakmakla görmek arasındaki fark bu olsa gerek….
müthiş bir tasvir…
kalemine sağlık….