Geçmiş zaman içinde bir ara Bektaşi’nin birine sormuşlar:
-Ey Aga, Gelse bir dilber-i ahu olsa yevm-i Ramazan, Dilber-i ahu mu efdaldir yoksa yevm-i Ramazan.
**Naçhizane sadeleştirelim: Ramazan günü olsa güzel bir kadın gelse, güzel kadını mı tercih edersin yoksa Ramazanı mı?**
Baba Erenler cevap vermiş:
Ye, iç, eğlen, sefasın sür dilberin. Keza kazası var Ramazan’ın kazası yok dilberin…
Kıssadan hisse olsun diye başlamadım yazıma bu ufak hikaye ile.. Kaldı ki Ramazan konusunda kimseye öğüt vermek gibi bir niyetimde yok. Velev ki öğle bir niyetim olsa dahi haddime olmadığının farkındayım.
Söze nerede o eski Ramazanlar diye devam etmek için ise yaşım çok genç. Ancak küçük şehirlerdeki Ramazanlar ile büyük şehirde yaşanan Ramazanları karşılaştırabilecek durumdayım.
Bizim oralarda Ramazan şehrin tüm yaşantısını değiştirir… Tüm günlük hayat sahur ve iftar vakitlerine göre şekillenir ve yerel halk bu durumu -yüz yıllardır süre geldiği için- çok kolay bir biçimde kabullenir.
Misal; tüm esnaf dükkanlarını sahura kadar açık tutar ve güneş yukardayken birçoğu satış yapamaz, yapmayı da beklemez zaten.
Devamında özellikle beylerin yatış ve kalkış saatleri değişir… Birçoğu sahura kadar ayakta kalıp gün içerisinde mideye götüremediklerinin acısını çıkarır, uzun süreli bir sahur yapıp ertesi gün öğlene kadar yatarlar:)
Günün en heyecanlı kısmı ise elbette ki tahmin edileceği üzere İftar vaktidir…
Her şeyden önce herkeste bir telaş… Acaba yemekte ne var sorusunun cevabı ise bir başka sebep heyecan için. Bunun yanında adetten olsa gerek birçok evde bir davet, bir ikram havası söz konusudur. Dost, eş, akraba çağrılır ve sofralar kurulur. Hiç olmadı komşular arası gidip gelen tabakların içinde daracık sokaklara yemek kokuları yayılır.
Unutulmaması gereken bir başka konu ise pide fırınlarının önünde ki sıralardır… Çok bekledim ben o sıralarda.. Okuldan gelmiş, yorgun argın ve hepsinden önemlisi aç
Ama orada o kokulara dayanarak nefsini terbiye ederken sanki daha çok sevaba girermiş gibi hissetmenin tadı da ayrı bir haz verirdi..
Artık dakikalar kalır iftara ve gözler ya saatte, ya da minarelerde ki ışıklarda olur… Küçükken benim görevim oydu… İçerde ki odadan evin arkasında kalan 2 camiyi gözlemek.
Hangisinde ışık erken yanarsa hemen içeri koşup iftar vaktinin geldiğini haber verirdim.
Gözler yerine kulakları kullanmak isterseniz o da ayrı bir alternatifti. Şehrin güneyinde ki eski kaleden atılan topun sesi ya da müezzinin okuduğu ezan sesi için kulak kesilinir.
Top atılır, ezan okunur, rahlelerde ışıklar yanar… Vakit İftar vaktidir… Allah kabul etsin…
Peki, İstanbul’da nasıl yaşıyoruz Ramazan’ı???
Kimileri minibüste açıyor, kimisi ezan okunmasına rağmen evine varmayı bekliyor… Bir hengame, bir itiş kakış, vs..
Yapılan ibadetin muhteviyatı aynı… Gün doğumundan, gün batımına kadar kimi dünyevi nimetlerden kendini uzak tutmak.
Peki, manevi olarak alınan hazzı karşılaştırırsak nasıl bir sonuç çıkıyor? Bence dağlar kadar fark var arada…
İstanbul’da oruç tutmanın hiçbir manevi kıymeti yok bence… Ne tadı var ne tuzu… Sadece aç kalıyorum ben, ya da hissettiğim bu.
Hissiz yapılan ibadeti de ne kadar yapmalıyız, onun takdiri ise benden öte…
Elbette ki “ye, iç, eğlen, sefasın sür dilberin” demiyorum ama ben İstanbul’da tuttuğum oruçtan bir şey anlamıyorum…
Efendim, Hoş gelmiş Şehrimize Ramazan…
Tutanların oruçlarını Allah kabul etsin…
doğru diyosun, sen gene de kaçırma oruçları, keyfini de almaya bak :)