Agır ağır yürüyorum fazla dik olmayan bir bayırda.
Önümde ufak bir tepe ve o tepenin üstünde tek başına dimdik duran bir çınar var.
Heybetli!
Havada cennet huzurunu hissediyorum. Bildiğimiz dünyada değilim sanki.
Adımlarım, normal uzunluklarında değiller. Alışılagelmiş hallerinden daha dar ve daha sık adımlarla tırmanıyorum.
Derken, önümdeki patikada takip ettiğim ayak izlerini görüyor, bir an şaşırıyor ve olduğum yerde duruyorum.
Durup geriye dönüyor, geldiğim yöne doğru bakıyorum. Baktığım yönde sadece kendi ayak izlerim olduğunu görüyorum. O ayak izlerinde benim olmayan tek şey ise adımlar arasındaki mesafe.
Durup kaldığım yerden aynı nizamla yoluma devam ediyorum çınara doğru.
Huşu içinde, büyük huzur ve dinginlikle tırmanırken bayırı varmak istediğim çınara ulaşabilmek için, adımları takip etmekten vazgeçmem gerektiğini fark ediyorum.
Yol ayrımı noktasında şüphe etmeden daha önce yürünmemiş olanı tercih edip bildiğim gibi kendi adımlarımla yürümeye başlıyorum.
Göz açıp kapayana kadar varıyorum çınara?
Bir adam oturuyor dibinde ağacın? Sırtı çınara dayalı, dizleri karnına doğru çekilmiş ve ayak tabanları tamamıyla yere basar şekilde oturuyor. Gözleri kapalı. Dudaklarında güven veren bir gülümseme var. O anda anlıyorum cennet huzurunun kaynağının bu adamın varlığından beslendiğini.
Anın büyüsünü bozmamaya çaba gösterircesine bir nezaketle aralıyor gözlerini.
Göz göze gelince, hasret kaldığım gözlerin renklerini görüyor, mutlanıyorum.
Ben de gülümsüyorum ona.
Özlem dolu bir sesle: “Otur Koçolding. Gel, otur çınar gölgesine.” Diyor.
“Senin yerin bu gölgede”
Tek kelime etmeden oturuyorum karşısına.
Zaman diye bir mefhum kalmıyor aramızda. Anlatılması na-mümkün bir hal içinde özlem gideriyoruz.
Sonra birden konuşmaya başlıyor yeniden:
“Sağ omzunun üzerinden arkana bak” diyor.
Dönüp bakınca, dibinde oturduğumuz çınarın köklerinden bir fidanın can bulduğunu görüyorum.
“Doktor, niye bu fidanı bu çınarın gölgesinde yetiştiriyorsun” diye soruyorum.? Biraz hiddetle
“Güneş görmezse büyüyemez” diye de ekliyorum.
“Merak etme” diyor bana sakince.
“Çınarın gölgesi ona güneş gibidir. Sen nasıl önce yoldaki adımları takip ettin ve zamanı gelince kendi yolunu çizip buraya gelebildiysen o fidan da tıpkı sen gibi zamanı gelince güneşe yönelmesini bilir, becerir” diyor.
Sakinleşip, idrak etmeye çalışıyorum. Aynı omuz üzerinden dönüp fidana tekrar bakıyorum bir süre?
Sonra önüme dönüyorum. Dönünce çınarın dibinde kimseyi göremiyorum.
Doktor! Diye sesleniyorum. Rüzgar esmeye başlıyor.
Sesimi yükseltip, Doktoorr diyorum.. Çınarın yaprakları hışırdıyor.
Bunun üzerine kısık bir sesle doktor diyorum?. Bir ses kulağıma “Koçolding” diye fısıldıyor.
Uyanıyorum!!
o koca çınar ki kendimizi bulma yolculuğunda hala bizimle olan, değil mi?
“Bir gece, bir adam bir rüya gördü. Rüyasında Tanrı ile birlikte sahilde yürüyordu. Birdenbire gökyüzünde yaşamından kesitler görmeye başladı. Gördüğü her sahnenin ardından, kumlarda biri kendisine, biri de Tanrıya ait olan ayak izleri beliriyordu.
Son sahneyi de gördükten sonra dönüp arkasına baktığında, bazı yerlerde dizideki izlerin çift değil tek olduğunu, bu kesikliklerin de yaşamının en zor, en mutsuz dönemlerine denk geldiğini ayrımsadı.
Bu durumdan kafası karışan adam Tanrı’ya sordu, ” Tanrım,” dedi, ” Senin yolunu izleyeceğime ilişkin söz verdiğimde, bana yanımdan hiç ayrılmayacağını söylemiştin. Ama farkettim ki, yaşamımın en zor anlarında yanımda olmamışsın. neden?”
Tanrı yanıtladı, ” Değerli çocuğum, seni hep sevdim, her zaman yanındaydım. Ayak izlerinin tek sıraya düştüğü yerler, seni sırtımda taşıdığım anlardır.”